Cahiers du cinéma1970’lerin sonlarına doğru, Carax henüz 20 yaşlarındayken, o zaman genel yayın yönetmenliğini Serge Daney’nin yaptığı meşhur sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın yazar kadrosuna katılmış ve eleştirmenlik kariyerine Sylvester Stallone’nin ilk yönetmenlik deneyimi olan Paradise Alley (1978) üzerine yazdığı oldukça pozitif bir eleştiriyle başlamıştı. Jacques Rivette, Jean-Luc Godard, Claude Chabrol ve François Truffaut gibi auteurlerden sonraki kuşakta yazma fırsatı bulan Carax için bu köklü oluşumun geleneği, sinema yolculuğunun ilk yıllarında bolca beslendiği bir kaynaktı.
21 Haziran 2025 Cumartesi
Film: C'est pas moi (2024)
22 Aralık 2023 Cuma
Film: Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles
Belçikalı yönetmen Chantal Akerman'ın 1975 yapımı filmi. Sight and Sound dergisinin on yılda bir yaptığı anketin 2022 ayağında tüm zamanların en iyi filmi seçildi. 200 dakikalık bel ağrısı garantili süresi ve süper monoton temposuyla sonunu getirmek tam bir challenge. Ama bir şekilde hem izlerken, hem sonrasında aklınızı uzun uzun meşgul ediyor. Bu "tüm zamanların en iyi filmi" etiketi, benim gibi etiket filmlerden özellikle kaçanlar için biraz itici bir unsur olabilir. Umarım siz de bu etikete henüz maruz kalmadan filmi açıp izlemişsinizdir.
Chantal Akerman henüz 18 yaşında, Belçika'da sinema okulunda öğrenciyken çektiği ilk kısa filmi Saute ma ville ile başlıyor yönetmenlik kariyerine. Aşırı düşük bütçeyle çekilmiş bir film. Kendisi oynuyor, fonda müzik mırıldanan kadının sesi de muhtemelen kendisine ait. Bir kadının mutfaktaki rutinlerini izliyoruz. Bu mutfak önemli, çünkü tam 17 yıl sonra çektiği Jeanne Dielman'da da aynı mutfağı mekan olarak kullanıyor. Ev, mekan olarak mutfak kullanımı, mutfağın içinde toplumsal cinsiyet rolleri açısından kadının konumu gibi temaları henüz kariyerinin en başında işlemiş. Bunlar, Akerman sinemasının belirleyici unsurları. Anarşist bir tavırla toplumsal normları eleştiren bir hiciv gibi. Mutfakta yemek yapmak, temizlik yapmak gibi gündelik hayatta kadının "görevleriyle" özdeşleştirilen şeyleri kaosa, bir yıkıma dönüştürüyor film. Mutfak savaş alanına döndükten sonra finalde mutfağı kendisiyle birlikte patlatıyor. Bu sahne, kadının toplumsal cinsiyetle kendisine atanan görevlerine ilişkin filmin söylediği şeyi belirginleştiriyor.
1970'lerin başında Belçika'daki sinema okulundan ayrılarak bursla New York'a gidiyor ve sinema okuluna orada devam ediyor. New York dönemi, Akerman sineması için belirleyici. Çünkü Akerman ilk sinemaya başladığında Fransız Yeni Dalgası'ndan, Godard'dan etkilenirken, New York'a taşındığında dönemin yeraltı sinemasıyla ve deneysel avant-garde sinemayla tanışıyor. La Chambre isimli diyalogsuz kısa filmi (1972) bir deneysel sinema örneği. Chantal Akerman o dönemde deneysel filmler çeken Kanadalı yönetmen Michael Snow'dan çok etkileniyor. Wavelength (1967) 45 dakikalık bir film. Bir odanın içinde kamera belirli bir noktaya fikslenmiş, 45 dakika boyunca yavaş yavaş fikslendiği yere doğru yaklaşıyor. Bu yaklaşma süresince odaya girip çıkan insanlar, duyulan sesler aracılığıyla bazı bilgilere sahip olsak da filmin ilgilendiği tek şey kameranın hareketi. Odaklanılan şey de duvardaki deniz, dalga görüntüsü. Deneysel sinema tarihinde çok önemsenen bir film. Sinemasal anlatının klasik anlatıdan kopmasının en iyi örneklerinden biri. Bir diğer filmi de Akerman'ın daha da çok sevdiği, en çok etkilendiği film 1971 yapımı La région centrale. 180 dakikalık bir film. Yönetmenin Ontario'da bir dağa yerleştirdiği, mekanik düzeneğe oturtulmuş kameranın uzaktan idare edilerek çektiği, yakalanmış görüntüler. Birbirinden farklı süreler kullanılıyor. Kamera bazen çok hızlı dönerken bazen uzun süre tek bir noktaya bakıyor. Sinemasal zamanla kurulan bağı tamamen yıkan bir film. Seyircinin belli tempodaki olay akışına kafasında belirlediği belirli süreler oluyor. Örneğin aşırı entrikalar dönen bir aksiyon filmi 180 dakikaya uzasa izleyicinin garibine gitmezken, bir sanat filminin 180 dakika sürmesi izleyiciye fazla gelebiliyor. Bu filmde Michael Snow, seyircinin kafasında oluşan bu beklentiyi yerle bir ediyor. Dakikalarca sabit bir noktaya baktıktan sonra hızla kamerayı döndürerek seyirciyi huzursuz edebiliyor. Bu filmin süresiyle ilgili ne bekleyeceğine ilişkin bir yabancılaşma yaşıyor izleyici. Akerman bu filmi izlediğinde sinema, sinemadaki zaman, zaman ve mekanla kurduğumuz ilişki bakımından belirleyici bir deneyim yaşamış. Daha sonra da kendi sinemasında göreceğimiz bir şey, sinemasal zamanın bir aktör olarak kullanılması.
Chantal Akerman sineması için "akmıyor" yorumu sık kullanılıyor. Akerman, izlerken zamanın hissedilmesini, insanların saatlerine bakmasını bir övgü olarak alıyor. Filmlerini izlerken seyircinin zamanı hissetmesini istiyor, böyle bir dünya anlatıyor.
Zaman aktörünün en yoğun hissedildiği film, Akerman'ın ikinci uzun metrajlı filmi, 1975 yapımı Jeanne Dielman. Filmin tam adı Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles. Karakterin adını ve yaşadığı evin adresini içeriyor. Daha en baştan karakter ve karakterin mekanla ilişkisi üzerinden filmin bizi düşünmeye iteceğini anlıyoruz.
Film bir ev kadınının 3 günü anlatıyor. Kocası ölmüş, 16 yaşındaki oğluyla yaşıyor. Gündüzleri çok standart bir rutinle hayatını sürdürüyor, oğlu okuldan dönmeden önce eve aldığı müşterileriyle yatarak para kazanıyor. Statik duran kameranın uzun çekimleriyle gündelik faaliyetlerini uzun uzun izliyoruz. İlk günkü ritüele göre sonraki günlerde ritüelle ilgili ufak sapmalar oluyor. Beklenmedik bir finale ulaşıyor. Finalle birlikte rutindeki bazı sapmaların gerekçesini anlıyoruz.
Akerman sinemasının yukarıda bahsettiğim belirleyici unsurlarını bir araya getiren bir film. Domestik mekan olarak ev, toplumsal cinsiyet rollerinin kadını oraya hapsettiği bir yer. Uzun uzun sahneler. Kadın olmak, anne olmak, bunun kadınları hapsettiği yer hakkında önemli şeyler anlatıyor film. O bakımdan feminist sinemanın çok önemli bir örneği.
Filmde örneğin yemek yapma anı tüm detaylarıyla uzun uzun anlatılırken akşam dışarı çıkma sahnesi çok kısa kesiliyor. Belki sinemaya gidiyorlar, belki bir aile dostlarını ziyarete, tiyatroya, bilmiyoruz. Günün zevkli geçen tek anından mahrum bırakıyor kamera bizi. Yalnızca Jeanne Dielman'ın çoğunlukla mutfakta şekillenen ruhsal durumunu, mekanikleşmiş halini, ifadesiz yüzünü ve şaşmaz rutinlerini seyrediyoruz. Çünkü bunlar, yönetmenin asıl yüzümüze çarpmak istediği şey. Emeği görünür kılıyor. Emeğin karakteri dönüştürdüğü makineyi yüzümüze çarpıyor.
Filmin finali muhtemelen herkesi çarpan, şaşırtan bir an. Finalle birlikte rutindeki sapmalar bir anlam kazanıyor. 200 dakikalık rutin videosu bir "anlam kazanıyor" çoğunluk için.
Filmin son 10 dakikada gerçekleşen finaline gelene kadar, 310 dakika boyunca ben zaten çok etkilenerek seyretmiştim. Film birçok şeyi yüzüme vurdu. Sinemasal zamanı gerçek zamana çok yakın bir hisle yaşatması, rutinlerin çok gerçekçi gösterimi, mekan olarak kullanılan mutfakla birlikte doğuştan itibaren maruz kaldığımız toplumsal cinsiyet rolleriyle yüzleşmek, bunlar üzerinde düşünmek zaten yeterince çarpıcıydı. Finali, "asıl çatışmayı başlatan sahne, hah asıl şimdi başladı film, şu ana kadar boşlukta yüzüyorduk şimdi tamamlandı film" gibi bir noktadan algılamadım. Aksine bence finali tamamen sembolik düzleme taşımak çok önemli. Fiziksel bir cinayet değildi işlenen. Toplumun bir kadından ortalama beklentisi vücut bulsaydı, bu Jeanne Dielman olurdu. Evde aşçı, yatakta fahişe, sokakta hanımefendi, çocuklarının annesi. Kadınlara dayatılan bu yüke, atanan bu toplumsal cinsiyet rollerine bir gün dayanılır, iki gün dayanılır ama üçüncü gün kadın kendisine tüm bunları dayatan ataerkilliği yerle bir eder gibi bir yerden algıladım filmi. Jeanne Dielman'ın mekanik yüz ifadesine maruz kaldığımız film boyunca ilk kez karakterin duygusu işin içine girdi. İsyan duygusu, öfke duygusu, güç, kontrol. Son sahneyle birlikte karakter maruz kaldığı baskıya boyun eğmekten vazgeçip dizginleri ele almayı seçti aslında.
Sight and Sound'un listesinde birinci sıraya yerleşmesi, dijital mecradan gelen daha genç kuşak sinema insanlarının daha kapsayıcı yaklaşımıyla açıklanıyor. 2032'ye kadar bu listenin ilk sırasında kalacağını bilmek, Akerman'ın ataerkil sinema anlayışı karşısında gücü ve kontrolü eline aldığının bir sembolü aynı zamanda.
31 Ocak 2023 Salı
Dizi: Yetişkinlerin Yalan Hayatı (2023)
Yakışıklı baba, güzel anne, paspal bir ergen kız, lüks sayılabilecek modern bir şehir evi, hoş aile dostları, akşam birlikte yenen yemekler, babanın biraz mükemmeliyetçi ve dayatmacı denebilecek hal ve tavırları. Diziyle ilgili tuhaf hissettiren şeylerin ilki burada başlıyor. Böyle bir açılıştan, dağılmış çocuk-disiplinli ve hırslı aile çatışmalarını izleyeceğimizi düşünüyoruz. Ama Giovanna banliyö benzeri bir yerde yaşayan, daha önce hiç tanışmadığı halasını görmek istediğinde ailesinden çok bir tepki almıyor, hatta babası onu halanın evine kadar bırakıp kapıda bekliyor. Çok da Amerikan tipi, mükemmel rezidans hayatı süren bir aile olmadığını, daha sıcakkanlı bir İtalyan aile olduğunu daha ilk başlarından hissettirip kendine çekiyor dizi. Giovanna halasıyla tanışıyor, gerçekten de söylendiği gibi babasından çok farklı bir kadın. Babasının sessizliklerinin, söylemediklerinin aksine halası aklına gelen her şeyi söyleyen, tüm hislerini dışarıda yaşayan kıpır kıpır bir kadın. Ebeveynlerinin mesafesinden, sessizliklerinden sonra bu Giovanna'ya çok cazip geliyor ve halasına kapılmaya, onu taklit etmeye başlıyor.
Halası bir buluşmalarında Giovanni'yi ölen sevgilisinin (Enzo) mezarına götürüyor ve ona aşklarını anlatıyor. Aralarındaki (halaya göre) gerçek, doğru, yoğun hisleri büyük bir coşkuyla anlatıyor. Bu arada Giovanna'ya babasının "gerçek yüzünü" ufak ufak göstermeye çalışıyor. Yıllar önce ailesini kaybettiklerinde, baba Vittoria'nın elinden yaşadıkları evi almak, satmak ister. Buna karşı çıkan Enzo, evi Vittoria için satın alır ve hayatını kurtarır. Baba, Enzo'nun eşinin kapısını çalarak Enzo'nun yasak ilişkisini ispiyonlar ve kavga etmelerine neden olur. Birkaç ay sonra öldüğünde, Vittoria Enzo'nun ailesine ve çocuklarına kol kanat gerer ve aralarında hiçbir aile tanımına uymayan bir ilişki başlar. Bu anıyla birlikte babasının hırslı bir canavar olduğunu öğrenen Giovanna içten içe sarsılıyor. Halanın sıra dışı ailesi ise Giovanna'yı tamamen şaşırtıp büyülüyor. Güzel ve başarılı olan ailesiyle kendisinin zaten farklı olduğunu düşünen Giovanna, halasının güçlü karakterine iyice kendini kaptırıyor. Giovanna, halasının yaşadığı yerdeki alışılmadık komşularla kaynaşıyor, Vittoria'nın ailesiyle (Enzo'nun karısı ve 3 çocuğu) tanışıyor. Bambaşka ilişkiler kurdukça ailesinin kendisine sunduğu şeylerden soğumaya başlıyor.
Ailesinin dostlarıyla birlikte yemek yediği bir akşam, Giovanna annesinin arkadaşı ile fiziksel yakınlaşmasına şahit olunca, babasını aldattığından şüpheleniyor ve annesini takip etmeye başlıyor. Bu takibi fark eden baba, anneye açılıyor, ancak yüzleşmek istemediğini, bunun kendi yararına olduğunu söylüyor. Giovanna bir şeyleri eşeledikçe ailenin tercih edilmiş sessizlik alanları olduğunu görüyor izleyici. Daha sonra anlıyoruz ki aldatan aslında anne değil, baba. Bu noktadan sonra bazı çözülmeler başlıyor. Hala sahneden çekiliyor, ailenin içindeki dağılmayı izliyoruz. Anne, aldatmak isteyip ileri gidemeyen kişi; baba aldatmak isteyip aldatan kişi. Baba, karısını elegant, zengin, şık arkadaşıyla aldatıyor. Doğduğu yerle zıt bir yaşam kurma idealleriyle tamamen örtüşen bir kadın. Anne, bunalmış durumda, bir şeyler yaşamak istiyor ama cesaretini toplayamadığı için tam olarak aldatmış sayılmıyor, ama o da masum değil.
Vittoria sonraki karşılaşmalarında kızları alıp kiliseye, kilisedeki yardım satışlarına götürüyor. Onlarda manevi duyguların oluşmasını istiyor, bunun için rahiple tanıştırıyor, kendi inancından bahsediyor. Din Giovanni için yeni, kabul edilemez bir şey. Ateist olduğu anlaşılan bir ailede yetişen ateist bir kız. Halasının bu yönü onu muhtemelen biraz şüpheye düşürüyor. Vittoria'nın tutkuyla savunduğu, sevdiği şeylerin mutlaka önemli olmayabileceğini keşfediyor. O ortamda, Giuliana'nın büyük bir övgüyle bahsettiği sevgilisi ideolog Roberto'yla tanışıyor. Karşılıklı yürüttükleri bir tartışmada argümanlarıyla Roberto'nun ilgisini çekiyor. O ana kadar kusursuz anlatılan Roberto ve Giuliana-Roberto aşkı, Giovanna'nın radarına takılıyor ve bu kez onları irdelemeye başlıyor.
Giuliana ile birlikte Roberto'yu görmeye Milano'ya gittiklerinde, anlatılan o masalsı aşkın gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığını fark ediyor. Roberto bir üniversitede ders veriyor. Giuliana sevgilisinin akademik çevresine ayak uyduramıyor ve Roberto'dan aslında saygı görmüyor. Kaybetmekten çok korktuğu için paranoyakça şeyler yapıyor. Roberto ise bu aşk konusunda Giuliana kadar tutkulu değil. Tekrar Roberto'nun evine gelip yalnız kaldıklarında Giovanna'yla yatmak istiyor. Böylece bu ikilinin de hayatının yalan olduğunu anlamış oluyor.
Giovanna'nın yetişkinlere duyduğu güvene son darbe de Vittoria'dan geliyor. Coşkuyla savunduğu yaşam tarzıyla geçinmesinin mümkün olmadığını kabullenip hizmetçilik yapmak üzere ağabeyinin ayarladığı bir kadının evine taşınmaya karar veriyor. Kolilerini taşırken gelen Giovanni'ye, cinsel hayatta temkinli olmasını, kendisi gibi olmamasını öğütlüyor. Daha önce sadece Enzo'yla 11 kere yattığını, ondan sonra kimse olmadığını söylediği için, Giovanna bu öğüte şaşırıyor. Vittoria daha önce söylediğinin yalan olduğunu, ihtiyaçlarını gidermek için erkeklerle yattığını söylüyor. Ailesinin yalan hayatı kadar, halanın hayatının da yalan olduğunu fark eden Giovanna'nın gözü tamamen açılıyor. Bir süredir peşinde dolaşan mahalle serserisi Rosa ile şipşak bir seans sonrası kaybettiği bekareti de bu uyanışı simgeliyor.
Baskın karakterler, güzel, tutkulu kadınlar, şahane manzaralar, dönem kıyafetleri, ev ortamları. Büyük bir seyir zevkiyle izledim diyebilirim. Ayrıca dizinin müzikleri de birbirinden şahane. Almamegretta - Nun te scurdà ve Enzo Avitabile - Napoli di sotto favorilerim. Dizinin tuhaf, yabancı hissettiren atmosferini kuvvetlendiren parçalar.
30 Ocak 2023 Pazartesi
Film: Véronique'in İkili Yaşamı (1991)
9 Ocak 2023 Pazartesi
Film: Aftersun (2022)
“At the still point of the turning world. Neither flesh nor fleshless; Neither from nor towards; at the still point, there the dance is, But neither arrest nor movement. And do not call it fixity, Where past and future are gathered. Neither movement from nor towards, Neither ascent nor decline. Except for the point, the still point, There would be no dance, and there is only the dance.”
4 Ocak 2023 Çarşamba
Film: Dünyanın En Kötü İnsanı (2021)
Filmin ayrıldığı 12 bölüm, bir ilişkinin fazlarını anlatıyor sanki. Flört, yakınlaşma, seks, aşık olma, birlikte yaşamaya başlama, aldatma, her şeyin yolunda gittiğini hissettiğin o anda beliren şimdi ne olacak sorusu, çocuk yapma fikrini kafada evirip çevirme, ayrılma, yeni arayışlar, yenisinde aradığını bulamama, eskiye dönüş, her şeyin birbirine karışması, hepsinden vazgeçip yoluna bakma, vs.
Julie'yı oynayan Renate Reinsve Cannes'da aldığı en iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak ediyor öncelikle. Karakterin yaşamının her dönemini abartısız, inandırıcı biçimde aktarabilmiş. Ben bu insanı bir yerden tanıyorum dedirtti bana film boyu. Ayrıca nasıl başarmışlar bilmiyorum ama, tıp öğrencisiyken farklı, Aksel'le sevgili olduğunda farklı, Aksel'den ayrılırken farklı bir yüze sahip sanki. İlişkinin karanlık dönemlerinde yorgun, çökük bir yüzü var örneğin, canlı dönemlerinde dinlenmiş bir yüz. Babasıyla buluştukları o berbat geçen günde bambaşka, kendini kasan, sorunlarını örten bir yüz. Bunu yalnızca saç kesimi ve rengini değiştirerek başardıklarına ikna olamıyorum, sanki farklı bir beceri var burada.
Baba, Julie ve Aksel buluşması, karakterin o ana kadarki daldan dala atlama eğilimine biraz açıklık getirmiş. Aksel'in yaptığı yoruma göre, Julie babasıyla arasındaki sorunların üstüne gidip onları çözmeye cesaret edemediği için hayatındaki her şeyi yarım bırakma eğiliminde. İşler sarpa sarınca üstüne gitmeyi, çözmeyi değil kaçmayı, yarım bırakmayı tercih ediyor. Ne tıp, ne psikoloji, ne fotoğraf, hiçbirinin sonunu getiremiyor. Onca başarılı akademik notlarla sağlam bir kariyer yapabilecekken yetişkinliğinin başlarında yaşamını bir kitapçıda çalışarak sürdürüyor, kendisine ait bir evi yok, erkek arkadaşlarının evinde yaşıyor. Biraz heyecan verici bir şeyle karşılaştığında, ona sarılıyor, hayatındaki eskimeye başlamış, düğüm olmaya başlamış karmaşıklıkları öylece bırakıp gidiyor.
Aksel'in çocukluk arkadaşlarının evinde geçirdikleri hafta sonu boyunca ikisi çocuk yapmak üzerine düşünüyor, tartışıyor. Julie'nın çocuk istemeyişinin sebebi muhtemelen çocuğun yarım bırakılıp kaçılamayacak bir karar olmasından kaynaklanıyor. Başladığı işi bitirme fikri ona ağır geliyor. Yaşamını tamamen bir "şeye" bağlama, o rutini ömür boyu sürdürecek olma hali onu panikletiyor. Bir yere çakılı kalmak, kafasına esince özgürce çekip gidememek onun için korkutucu muhtemelen.
Julie'nın ilişkilerini derinleştirme eğilimi var. Aksel'le birbirlerini tanıma evresinde ikisine de çok ilginç gelen sohbetleri oluyor. Aksel son ana kadar Julie'yla bu uzun sohbetlerinden çok keyif aldığını söylüyor. İkisinin arasındaki derinliği Julie'nın başkasıyla yakalayamayacağını düşünüyor. Eivind'le de aynı şekilde, ona derinlik katıyor Julie. İlk buluşmalarında iki kişinin birbirini tanıması için sorulabilecek en uç soruları soruyor, vs. Eivind'in neşeli tabiatına derinlik katıyor. En sonuna kadar götürmeyi beceremeyen, ancak bulundukları anı tamamen doldurmayı becerebilen bir karakter Julie. Enerjisini anı yaşamak, güzelleştirmek, hayatındaki kişinin boşluklarını doldurmak için kullanıyor. Belki de bunun için gereğinden fazla çabalıyor. Beğenilmek, arzulanmak için fazla enerjik davrandığı için bu dönemi bir yorgunluk takip ediyor genellikle. 6 ay iyiyken, sonraki 6 ay çöküyor örneğin. Çökme anlarında hayatıyla ilgili sonlandırma, başka bir faza geçme kararlarını alıyor. Bunları yine baba sorunlarıyla ilişkilendirmek mümkün belki de.
Karakteri bize kitap gibi okutan, bölüm başlıklarıyla o anda izleyene ne aktarmak istediğini açıkça belirten, izleyenine rehberlik eden bir film. Baştan sona su gibi akıp gidiyor. Derli toplu, müthiş bir seyir sunuyor. Yakın zamanda okuduğum T. Singer ile de bazı açılardan bağlantı kurdum ister istemez. Her iki hikayenin de Oslo'da geçmesi, hem Dag Solstad'ın hem de Joachim Trier'in karakterlerinin yaşamından uzun bir aralığı anlatmaya odaklanması, her ikisinin de anlatı sırasında araya girip okuyanı/izleyeni yönlendirmesi, her ikisinin de karakterlerinin hayatlarının çeşitli dönemlerine yakından bakıp, karakterin o döneme özgü olgunlaşma özelliklerini göstermeye çalışması, vs. Her iki eser de benzer bir anlayıştan çıkmış gibi. Norveç edebiyatını/sinemasını kurcalar, yeni şeyler keşfederim belki bu yıl. Gidilecek ülkeler listeme de ekliyorum kendisini.
30 Aralık 2022 Cuma
Kitap: T. Singer
“Üç yıl sonra kütüphaneci eğitimini tamamladı. Şurada burada pek çok işe başvurdu ve ona teklif edilenlerden aklına ilk yatanı kabul etti. Bu Notodden Kütüphanesi’ndeydi. Böylece 1983 Temmuz’unun son günü, Güney Treni’Yle Hjuksebo’ye gitmek, oradan Notodden’e giden trene binmek için Vestbane İstasyonu’nda bekliyordu. Otuz dört yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. Hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.”
“Singer’in politikaya özel bir ilgisi yoktu ama bunu elinden geldiğince gizliyordu. […] Politikanın önemli olduğunu anlayabiliyordu elbette; toplumun nasıl yönetileceğiyle ilgili olduğu için yeterince önemliydi, hepimizi toplumun biçimlendirdiğinden koşkusu yoktu Singer’in. Ama bunun kendisi için de geçerli olduğunu göremiyordu. Toplumsal sonuçlar onun en derinlerine ulaşmazdı. Yine de nadiren ulaşacak olurlarsa onlara karşı kayıtsız kalarak susturabiliyordu seslerini.”
“Tarihe karşı da benzer bir yaklaşımı bardı. İnsanın tarihsel bir varlık olduğunun tümüyle farkındaydı, yine de bunun kendisini temelden ilgilendirdiğini göremiyordu. Bu biraz dikkat çekici bir bakış açısı gibi görünebilir, çünkü politikanın tersine Singer tarihle yakından ilgileniyordu. Her zaman çok fazla tarih okumuş, insanın varoluşunu ilgilendiren belli bir olguyu anlamaya çalıştığında sık sık tarihe başvurmuştu. Ama kendisini tarihsel bir bağlama yerleştirmeyi başaramıyordu. Doğrusu ne toplumsal ne de tarihsel bir örnek sayılırdı.”
“İki gün sonra bir şey oldu. Singer aşık olmuştu.”
“Singer bunları yaptı ama hiçbiri Singer için kolay değildi. Singer gibi bir adamın, kendisini ona sunan çıplak bir kadın karşısında çıplak bedeniyle ayakta durmasını içeren bu acımasız yakınlığa kendisini nasıl bırakabildiği pekala sorulabilir. […] Otuz dört yaşındaki kütüphanecinin içinde bunu yapmasına neden olan ne tür bir saat çalışmıştı? Ne yaptığının gayet farkında olarak doğruca bu kırılgan yakınlık alanına taşınmıştı. […] Bu Singer bizim tanıdığımız Singer’in güzelleştirilmiş bir versiyonu.”
“Aşkın etkisi altında yaşadığı bu yaşamdan hoşnuttu. Buna bir de Notodden’e taşınma amacının, özlemini çektiği şeyin gerçekleşmesinin gizli hoşnutluğu ekleniyordu. Şimdi üç kişilik bir çekirdek ailenin, arabası evinin önünde sergilenen erkeği olarak Singer, Notodden’de tamamen gözlerden uzak bir yaşam sürüyordu. Amacı, kimsenin tanımadığı bir kütüphaneci olarak Notodden’e gelip burada gözlerden uzak yaşamak idiyse, şimdi bu şaşırtıcı gelişmelerle amacına tam ulaşmıştı. Burada kimse onu bulamazdı, tüm izleri silinmişti; bulmasını istemediği her kim varsa onun için ya da onlar için artık kaybolduğunu fark ediyordu derin bir hoşnutlukla.”
“Bu noktada ilişkinin sonraki iki yılda dikkat çekici ölçüde kötüleştiğini söylemekle yetineceğiz. Onlara birlikte geçirecekleri iki yıllık zaman verildiğini, iki yıllık bir rüya yaşadıklarını da söyleyelim. Ama Singer’in durumunda gördüğümüz gibi, bu ilişki Singer’e yapışmış gizli emeller, yan amaçlar içeriyor; onun bir ilişki, evet, bir evlilik örtüsü altında, gün yüzüne çıkanlardan çok daha başka projeleri ve tasarıları gerçekleştirmesini sağlıyordu.”
“aslında olur olmaz şeylere kafa yoran biri ve bu daha farklı; çünkü yanı başındaki yaşamın tadını çıkarmak yerine insanın kuşkular girdabına kapılıp içine kapanması demek oluyor. Böyle düşüncelerle boğuşmadığı, Merete ve Isabella’ya yakın olduğu zamanlarda bile, gündelik işlerde bir gölge gibi, üstelik de kendisinin gölgesi gibi görünüyor. Her zaman dostça davranıyor, onlar için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ama bunu yapmak ona mutluluk vermiyor.”
“bu sırada terbiyeli iki arkadaşına bezgin ve zafer dolu bir bakış fırlattı ve işte o anda Singer, Isabella’nın yedek ailesi ve bakcısı olarak yaşamının en parlak anlarından birini yaşadı. Sonunda kızın işine yaramıştı. […] Singer daha sonra kesinlikle anladı ki kendi varlığını silebilir, tanınmaz duruma getirebilirdi, yeter ki Isabella kendi gençlik dönemini normal yaşasın ve Singer’in de ona katılmasına izin versin.”