Belçikalı yönetmen Chantal Akerman'ın 1975 yapımı filmi. Sight and Sound dergisinin on yılda bir yaptığı anketin 2022 ayağında tüm zamanların en iyi filmi seçildi. 200 dakikalık bel ağrısı garantili süresi ve süper monoton temposuyla sonunu getirmek tam bir challenge. Ama bir şekilde hem izlerken, hem sonrasında aklınızı uzun uzun meşgul ediyor. Bu "tüm zamanların en iyi filmi" etiketi, benim gibi etiket filmlerden özellikle kaçanlar için biraz itici bir unsur olabilir. Umarım siz de bu etikete henüz maruz kalmadan filmi açıp izlemişsinizdir.
Chantal Akerman henüz 18 yaşında, Belçika'da sinema okulunda öğrenciyken çektiği ilk kısa filmi Saute ma ville ile başlıyor yönetmenlik kariyerine. Aşırı düşük bütçeyle çekilmiş bir film. Kendisi oynuyor, fonda müzik mırıldanan kadının sesi de muhtemelen kendisine ait. Bir kadının mutfaktaki rutinlerini izliyoruz. Bu mutfak önemli, çünkü tam 17 yıl sonra çektiği Jeanne Dielman'da da aynı mutfağı mekan olarak kullanıyor. Ev, mekan olarak mutfak kullanımı, mutfağın içinde toplumsal cinsiyet rolleri açısından kadının konumu gibi temaları henüz kariyerinin en başında işlemiş. Bunlar, Akerman sinemasının belirleyici unsurları. Anarşist bir tavırla toplumsal normları eleştiren bir hiciv gibi. Mutfakta yemek yapmak, temizlik yapmak gibi gündelik hayatta kadının "görevleriyle" özdeşleştirilen şeyleri kaosa, bir yıkıma dönüştürüyor film. Mutfak savaş alanına döndükten sonra finalde mutfağı kendisiyle birlikte patlatıyor. Bu sahne, kadının toplumsal cinsiyetle kendisine atanan görevlerine ilişkin filmin söylediği şeyi belirginleştiriyor.
1970'lerin başında Belçika'daki sinema okulundan ayrılarak bursla New York'a gidiyor ve sinema okuluna orada devam ediyor. New York dönemi, Akerman sineması için belirleyici. Çünkü Akerman ilk sinemaya başladığında Fransız Yeni Dalgası'ndan, Godard'dan etkilenirken, New York'a taşındığında dönemin yeraltı sinemasıyla ve deneysel avant-garde sinemayla tanışıyor. La Chambre isimli diyalogsuz kısa filmi (1972) bir deneysel sinema örneği. Chantal Akerman o dönemde deneysel filmler çeken Kanadalı yönetmen Michael Snow'dan çok etkileniyor. Wavelength (1967) 45 dakikalık bir film. Bir odanın içinde kamera belirli bir noktaya fikslenmiş, 45 dakika boyunca yavaş yavaş fikslendiği yere doğru yaklaşıyor. Bu yaklaşma süresince odaya girip çıkan insanlar, duyulan sesler aracılığıyla bazı bilgilere sahip olsak da filmin ilgilendiği tek şey kameranın hareketi. Odaklanılan şey de duvardaki deniz, dalga görüntüsü. Deneysel sinema tarihinde çok önemsenen bir film. Sinemasal anlatının klasik anlatıdan kopmasının en iyi örneklerinden biri. Bir diğer filmi de Akerman'ın daha da çok sevdiği, en çok etkilendiği film 1971 yapımı La région centrale. 180 dakikalık bir film. Yönetmenin Ontario'da bir dağa yerleştirdiği, mekanik düzeneğe oturtulmuş kameranın uzaktan idare edilerek çektiği, yakalanmış görüntüler. Birbirinden farklı süreler kullanılıyor. Kamera bazen çok hızlı dönerken bazen uzun süre tek bir noktaya bakıyor. Sinemasal zamanla kurulan bağı tamamen yıkan bir film. Seyircinin belli tempodaki olay akışına kafasında belirlediği belirli süreler oluyor. Örneğin aşırı entrikalar dönen bir aksiyon filmi 180 dakikaya uzasa izleyicinin garibine gitmezken, bir sanat filminin 180 dakika sürmesi izleyiciye fazla gelebiliyor. Bu filmde Michael Snow, seyircinin kafasında oluşan bu beklentiyi yerle bir ediyor. Dakikalarca sabit bir noktaya baktıktan sonra hızla kamerayı döndürerek seyirciyi huzursuz edebiliyor. Bu filmin süresiyle ilgili ne bekleyeceğine ilişkin bir yabancılaşma yaşıyor izleyici. Akerman bu filmi izlediğinde sinema, sinemadaki zaman, zaman ve mekanla kurduğumuz ilişki bakımından belirleyici bir deneyim yaşamış. Daha sonra da kendi sinemasında göreceğimiz bir şey, sinemasal zamanın bir aktör olarak kullanılması.
Chantal Akerman sineması için "akmıyor" yorumu sık kullanılıyor. Akerman, izlerken zamanın hissedilmesini, insanların saatlerine bakmasını bir övgü olarak alıyor. Filmlerini izlerken seyircinin zamanı hissetmesini istiyor, böyle bir dünya anlatıyor.
Zaman aktörünün en yoğun hissedildiği film, Akerman'ın ikinci uzun metrajlı filmi, 1975 yapımı Jeanne Dielman. Filmin tam adı Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles. Karakterin adını ve yaşadığı evin adresini içeriyor. Daha en baştan karakter ve karakterin mekanla ilişkisi üzerinden filmin bizi düşünmeye iteceğini anlıyoruz.
Film bir ev kadınının 3 günü anlatıyor. Kocası ölmüş, 16 yaşındaki oğluyla yaşıyor. Gündüzleri çok standart bir rutinle hayatını sürdürüyor, oğlu okuldan dönmeden önce eve aldığı müşterileriyle yatarak para kazanıyor. Statik duran kameranın uzun çekimleriyle gündelik faaliyetlerini uzun uzun izliyoruz. İlk günkü ritüele göre sonraki günlerde ritüelle ilgili ufak sapmalar oluyor. Beklenmedik bir finale ulaşıyor. Finalle birlikte rutindeki bazı sapmaların gerekçesini anlıyoruz.
Akerman sinemasının yukarıda bahsettiğim belirleyici unsurlarını bir araya getiren bir film. Domestik mekan olarak ev, toplumsal cinsiyet rollerinin kadını oraya hapsettiği bir yer. Uzun uzun sahneler. Kadın olmak, anne olmak, bunun kadınları hapsettiği yer hakkında önemli şeyler anlatıyor film. O bakımdan feminist sinemanın çok önemli bir örneği.
Filmde örneğin yemek yapma anı tüm detaylarıyla uzun uzun anlatılırken akşam dışarı çıkma sahnesi çok kısa kesiliyor. Belki sinemaya gidiyorlar, belki bir aile dostlarını ziyarete, tiyatroya, bilmiyoruz. Günün zevkli geçen tek anından mahrum bırakıyor kamera bizi. Yalnızca Jeanne Dielman'ın çoğunlukla mutfakta şekillenen ruhsal durumunu, mekanikleşmiş halini, ifadesiz yüzünü ve şaşmaz rutinlerini seyrediyoruz. Çünkü bunlar, yönetmenin asıl yüzümüze çarpmak istediği şey. Emeği görünür kılıyor. Emeğin karakteri dönüştürdüğü makineyi yüzümüze çarpıyor.
Filmin finali muhtemelen herkesi çarpan, şaşırtan bir an. Finalle birlikte rutindeki sapmalar bir anlam kazanıyor. 200 dakikalık rutin videosu bir "anlam kazanıyor" çoğunluk için.
Filmin son 10 dakikada gerçekleşen finaline gelene kadar, 310 dakika boyunca ben zaten çok etkilenerek seyretmiştim. Film birçok şeyi yüzüme vurdu. Sinemasal zamanı gerçek zamana çok yakın bir hisle yaşatması, rutinlerin çok gerçekçi gösterimi, mekan olarak kullanılan mutfakla birlikte doğuştan itibaren maruz kaldığımız toplumsal cinsiyet rolleriyle yüzleşmek, bunlar üzerinde düşünmek zaten yeterince çarpıcıydı. Finali, "asıl çatışmayı başlatan sahne, hah asıl şimdi başladı film, şu ana kadar boşlukta yüzüyorduk şimdi tamamlandı film" gibi bir noktadan algılamadım. Aksine bence finali tamamen sembolik düzleme taşımak çok önemli. Fiziksel bir cinayet değildi işlenen. Toplumun bir kadından ortalama beklentisi vücut bulsaydı, bu Jeanne Dielman olurdu. Evde aşçı, yatakta fahişe, sokakta hanımefendi, çocuklarının annesi. Kadınlara dayatılan bu yüke, atanan bu toplumsal cinsiyet rollerine bir gün dayanılır, iki gün dayanılır ama üçüncü gün kadın kendisine tüm bunları dayatan ataerkilliği yerle bir eder gibi bir yerden algıladım filmi. Jeanne Dielman'ın mekanik yüz ifadesine maruz kaldığımız film boyunca ilk kez karakterin duygusu işin içine girdi. İsyan duygusu, öfke duygusu, güç, kontrol. Son sahneyle birlikte karakter maruz kaldığı baskıya boyun eğmekten vazgeçip dizginleri ele almayı seçti aslında.
Sight and Sound'un listesinde birinci sıraya yerleşmesi, dijital mecradan gelen daha genç kuşak sinema insanlarının daha kapsayıcı yaklaşımıyla açıklanıyor. 2032'ye kadar bu listenin ilk sırasında kalacağını bilmek, Akerman'ın ataerkil sinema anlayışı karşısında gücü ve kontrolü eline aldığının bir sembolü aynı zamanda.